
Gülüyor ama, kendi yüz kasları tam o anda gülünecek mimiklerin istilasına uğruyor. Siz onun bu haline gülerken o ise sizin de onunla birlikte aynı şeylere güldüğünüzü zannedip, katıla katıla gülmenin dozunu arttırıyor ve son görüntüleri gülme eyleminizi kesecek kadar acı bir travmaya dönüşüyor.
Bazen ciddi olmaya çalışmak gibi bir gayret içerisinde olduğunu seziyorsunuz. Kısık gözleri kapanma noktasında ve milimetrik ölçülerde açık, dudak sağ taraftan aşağı doğru hafif kıvrık ve yüz derisi gergin. Gel gör ki bu duruşun karşısındakine salaklık hissi uyandıracak bir yansıma yarattığını hiç kimse ona söylememiş. Kendisini saldırmaya hazır bir Kaplan gibi hisseden bu ufak tefek ve çelimsiz adamı başarı merdivenlerini tırmanırken izledim.
Bir dağın eteklerinde oturuyoruz, o dağın güzel görüntüsüne cepheli evlerin sıralandığı sokağımızın önü tamamen açık ve yeşildi. Kent merkezine biraz uzak olsa da kentin kalabalığı ve trafiğin gürültüsünden uzak, hatta kuş seslerini duyabildiğimiz kadar sessiz ve güzel bir yerdi.
Kentin içerisinde köy havası yaşayarak oturduğumuz beyaz apartmanımızın üçüncü katındaki balkonumuz da başka bir keyifti. Salona açılan bu balkonumuz, misafir geldiğinde açılan salonumuzun içerisinden geçmek zorunda olduğumuz için annemle çeşitli söylenmeler olmadan kullanamadığımız bir konumdaydı. Girip çıkarken basarak kirletme, açık kapının içeriye aldığı tozlar gibi onlarca bahaneyi aşarak ancak ulaşabiliyordunuz. Bu anlamsız savaşın yanı sıra yüz metre karelik oturum alanı olan bir evin neredeyse 35 metrekarelik bölümünü sadece misafirler için hazır kıta kapalı tutmanın anlamsızlığını hiçbir zaman çözemedim. Daha küçük alanlara sıkışmak samimiyeti arttırmadığı gibi, tartışmaları körükleyen bir yaşam biçimi armağan etmekten öteye gitmiyordu.
Mahallemiz genel olarak yeni yerleşim ve gelişme bölgesiydi, yeni binaların inşa edildiği, o zaman diliminde bilinen son teknoloji ve malzemelerin kullandığı gerçekten beğenilecek ev inşaatları ile yavaş yavaş büyüyordu. Bu nedenle biz gençlerin “Almancı” diye kestirmeden tarif ettiği, yurt dışında çalışan çok fazla ailelerin yatırım amaçlı konut satın aldığı farklı bir pazar yaratılmıştı. Bu talebi karşılamak uğruna dükkân olarak ayrılmış her yer, İnşaat şirketi, Emlakçı, nalbur gibi ticarethaneler tarafından istila edilmişti. Cadde dolmuş, bizim gözden uzak sokaktaki dükkân tek başına ve boş kalmıştı. Kirası neredeyse diğerlerinin dörtte biri kadar olmasına rağmen sürekli boştu.
Nihayet bir gün okula (Üniversite) giderken o boynu bükük mekânın parladığını hissettim. Camları temizlenmiş, cephesi silinmiş ve tüm cephesi genişliğinde kocaman bir tabela asılmıştı;
“YAPRAK Ticaret Gayrimenkul alım satım ticareti”
Logosu da sararmış bir Çınar yaprağı…
Yöreye uygun İncir değil, Zeytin değil ama Çınar yaprağı.
Sahibinin fiziksel tarifinde görünen bütün çelişkileri, dahi ve becerikli bir reklamcının elinde tabelaya da taşınmış diye düşündüm ama çok güldüm.
Zaman ilerledikçe kendisi ile selamlaşmaya, iki çift kelimeyi seslendirmeye başladık. Bana göre çok gariban bir duruşu vardı ve çok iş yapması olanaksızdı. Ama öyle olmadı.
Dükkânın önündeki yol her geçen gün onun müşterilerine ait araçlar ile kalabalıklaştı. Yabancı plakalı ve lüks marka araçlar çoğaldı. Diğer ticarethanelerin önü ise boştu. Baştan verdiğim yargılar ile yaşanan manzara karşısındaki çelişki merakımı daha çok arttırmaya başlamıştı.
Üniversite mezuniyetimize yakın arkadaşlar ile deniz kenarı, açık hava bir restorandayız. Fasıl ve diğer müzik etkinliklerinin olduğu neşeli bir lokanta. Bir ara orta avluya bir dansöz çıktı. Güzel ve kıvrak fiziği, üzerindeki parıltılı altın sarısı pullardan, oldukça açık kıyafeti ile coşku içinde dans ediyordu. Aniden yüzünü görmediğim bir adam dansöze doğru fırladı elinde bandı açılmış para destesini işaret parmağını ıslatarak birer birer kafasına doğru hareket ettiriyordu. O deste bitince masasına gitti ikinci para destesini aldı ve bandı yırtıp onları da aynı hareketle tüketti. Yeni basılmış gıcır gıcır 5 TL banknotlar zemini epeyce kaplamıştı. Yerine dönerken göz göze geldik.
Ben içimdeki büyük şaşkınlıkla sessizce haykırdım sanki; aaaa bu bizim YAPRAK.
Yaprağı yanındaki arkadaşları koluna girerek zorla taşıyıp götürdüler, küfelik olmuş birisi için gece bitmişti, biz de biraz daha devam ettik eğlenceye.
Sanıyorum 6 ay kadar sonraydı. Diplomayı almış ve işe bile girmiştim. Hafta sonu evimize 200 m. Uzaklıkta akrabalarımın evinde misafirlikteyim. Balkonda yeğenlerimle sohbet ediyoruz. Karşı binaya bir kamyon yaklaştı ve devasa bir çelik kasayı birinci kat balkonundan içeriye almak gibi bir çaba içerisine girdiler. O ara balkonda kalan kasa kapıdan girmedi. Kısa bir süre sonra bizim YAPRAK yanında birkaç inşaat işçisi ile geldi, kapıyı çıkarttı, biraz da duvar kırdılar ve kasayı içeri aldılar. Çıkarken beni gördü. Hayırdır nedir bu kadar zahmet, dedim. Evi satın aldım, tapusunu koymak için de kasa, bu devirde sahip olduklarını iyi korumak lazım dedi ve gitti.
YAPRAK gerçekten zenginleşmeye, varlığı arttıkça da kaybetme korkusunun eşiğine çokta gelmişti.
Yine birkaç ay sonrası Anadolu seyahati dönüşü sabahın il ışıklarında elimdeki valizle eve çıkarken bir ses duydum. Birisi bana sesleniyordu. Sesin geldiği yer bizim YAPRAĞIN dükkânı. Baktım bana el işareti ile destekli gel diye sesleniyordu. Yorgun ve uykusuz halimle girdim içeri. Yeğen dedi, o arada önüme bir defter iteledi, acele acele sayfalarını açtı, yazının üzerine parmağını basıp, bunu bu tarihe kadar olan sayfalara da yazar mısın?
Otur kendin yaz, zaten aşırı yorgun ve uykusuzum, binlerce kilometrelik bir seyahat dönüşündeyim dedim.
Hiç şahit olmadığım bir eda ile yüzüme baktı ve;
- Okur yazar olsaydım burada işim olmazdı, çoktan Millet Vekili olmuştum. Dedi
Bir an dondum sanki. Okur yazar olmadığını bilmiyordum ve çok şaşırdım. Yaptıklarını bildiğim için de Millet Vekili olabileceğine kanaat getirdim, peki dedim. Noter tasdikli bu “Kasa defteri” nin yaklaşık 40 sayfasına “Hasılat yoktur” yazısını yazdım. O zamanlar mecburen tutulan bu defter, kayıt tutulmadığı zaman para cezasına neden oluyordu.
Gerek okur yazar olmayışından kaynaklı cehaleti, gerekse fiziksel görünümünden kaynaklı olarak, “Bu adam bize zarar veremez” duygusunu iyi yansıtıyor olması onun büyük avantajı olmuştu. Ufak tefek oluşu ise ele avuca gelir, herkes tarafından dövülebilir bir rakip gibi müşterilerine daha çok güven veren duruş sergiliyordu.
Bu girişimci adam aynı özellikleri ile konut yapan müteahhitlerle de kolay anlaşıyor, anlaşmalar imzalıyordu. Anlaşmalarını iyi bir avukatın hazırladığını sormama bile gerek yoktu. Örneğin 90 bin marka (O dönemin Almanya parası) anlaştığı daireleri, 120 bin 150 bin marktan satıp aradaki farkları vergisiz cebine atıyor ve yola devam ediyordu. Konutu alan kişi aldıktan 1 yıl sonra geldiğinde daha yeni konutlar ve yükselen fiyatlar nedeni ile benzer fiyatları tespit ettiği için yanlışa düşmemiş olmanın rahatlığı ile başka dostlarını da müşteri olarak taşıyordu.
Caddede bulunan emlakçılar iş yapamadıkları için kapanırken, en büyük olanına daha ışıltılı bir YAPRAK Ticaret levhası asıldı ve sokağımızdaki dükkân yine yalnız ve boş kaldı.
İşletme/Pazarlama eğitimi almış bir kişi olarak, içeriği (sürecin devamı) yanlış dahi olsa ilk satış anında GÜVEN duygusunun ne kadar önemli olduğunu anladım. Bunun dersini kitaplarımızda almış olsak da yaşayarak anlamanın etkisi ile hiç unutamayacağım bir ders almış oldum aslında. Güven veremeyen diğer tüccarlar ise çoktan iflas edip gitmişlerdi. Güven duygusu o kadar önemliydi ki, alırken de bedeli yüksek, verirken de faturası ağırdı.
Milletimiz, her konuda GÜVEN parametresini en başta tutmuştur.
Çok güvendiği M.Kemal Atatürk’ün önderliğinde ölümü göze almaktan korkmamış, güve duygusunu yitirdiği siyasileri ise tarihin çöp tenekesine atmaktan çekinmemiş, tereddüt etmemiştir.
Ancak her zaman karşısına güvenini sarsmayan, ahlaklı ve akıllı insanlar çıkmamıştır. Bu duygu üzerindeki yanlışların bedeli çok ağır faturalar olarak dönmüş olsa da kritik kararlarında bu duygusunu çok fazla denetim ve akla açık işlevi olan bir hale getirememiş olmasının acısını sürekli yaşamaya devam etmiştir. kendi akılsızlığı, cehaleti, şark kurnazlığı yüzünden, kendi aklına fazla güvenmenin egosu ile bitiyoruz, tükeniyoruz aslında.
Ticaret konusunda kendisini yanlış yollara sevk eden ve büyük dolandırıcılık hadiselerine maruz bırakan, buna rağmen yanılmaktan bir türlü vaz geçemediği bu amatör duygunun temelinde cehaletin yattığı açık tespitimdir.
Bu büyük toplumun, bu küçük duygunun sihrine kapılıp birlikte yaşarken, onların yanlış kararları neticesinde tükettiğim ve dilediğim gibi yaşamama engel olan 60 yılıma acıyarak bakamıyorum. Hala oturmuş, mutlaka iyi bir şey yapar, güvenimizi boşa çıkarmaz diye, yanlış kararlarını aklama peşinde koşan aşırı duygusal cahiller yüzünden kör kuyularda ve karanlıkta birlikte sürükleniyoruz maalesef.
Yine de;
Kahrolsun YAPRAKLAR ..
Comments