
Mersin fuarında çadırdan kurulmuş bir dükkânda kendi ürettiğimiz kumaş oyuncakları satıyoruz.
Dükkânın fuar organizasyon komitesinden kiralamış asıl sahibi Resul Mavi ile İzmir fuarında tanışmıştık. Bizi ve ürettiğimiz şeyleri çok sevmiş olacak ki dükkanını bize hiçbir ek bedel, (hava parası) talep etmeden verdi.
Resul boksörler derneği ile olan ilişkisi, milli boksör kardeşleri ile bu kozmopolitik kentte, her türlü illegal işin hem karşısında hem de içinde ama aynı zamanda çok sevilen saygı duyulan ve makam olarak önemli bulunan kişilerle de teması olan, ilişkileri çok iyi bir adamdı. Kapı gibiydi, sağlam adamdı desem yalan olmaz.
Elbette ki tüm tanıdıkları ve arkadaşları ilk hafta Resul’ün dükkânı diye açılışa geldiler, tebrik ettiler. Vali ve Emniyet müdürü gibi çok enteresan arkadaşları da vardı. Aşağı seviyeler de olan arkadaşlarını da es geçmemek gerek. Asıl olarak hikayemiz bunlardan birisiyle ilgili:
Bir arkadaşlarını sürekli AMMO diye çağırıyorlardı. Açılımı ambulansmış. Ben hiç AMMO kadar yavaş hareket eden, ağır konuşan birisini bir görmemiştim. İroni olsun belki adına bakar hızlanır demişler ama o hiç istifini bozmamış.
Diğer arkadaşı Hüseyin.
Hüseyin son derece zayıf, yakışıklı sayılmayacak görünümde ve sessiz bir insandı. Resul ve arkadaşları arasında en genç olanıydı. Bekar olduğu için evlendirmeye karar vermişler kendisi için bir aday bulmuşlar, buldukları kız da dünya güzeli.
Babası belediyenin temizlik işlerinde çalışıyormuş, sürekli oğlum olacak diye çocuk yapmış ve tam 8 tane kızı olmuş. Kalabalık, nüfustan eksilecek her çocuğunun neredeyse hesabını yapıyor, kötü ekonomik koşullarına zorlukla dayanırken, sırası gelen kızının bir an önce evlenip gitmesini istiyordu.
O yıllar sigaranın kaçak olduğu yıllar. Ben Marlboro’nun beyaz ve kutulu olanını tüketiyorum ve hiçbir yerde bulunmuyor. Sadece Resul bulup getiriyor.
Bir gün sigaram tükenmek üzere ve volta atarak Resul’ü bekliyorum. Gelmezse ne yapacağımı kara kara düşünürken Hüseyin geldi. Uzun uzun sohbet ettik, ama gözüm dışarıda.
Hüseyin bu sohbetten çok keyif aldı. O, konuşmayan adam anlattıkça anlattı. Bir ara,
-Birader hayırdır, zaman zaman dışarıya dalıyorsun dedi,
-Resul’ü bekliyorum, bugün gelmez ise benim için gün zor geçecek dedim.
Neden beklediğimi ve sorunumu anlattım.
-Ben alır gelirim bekle beni dedi ve gitti.
1 saat sonra elinde 2 karton sigara ile geldi. Yarım saat daha sohbet ettik. Ben parasını vermek için yüklendikçe o elini çekti ve almadı.
Hüseyin’in gidişinden 2 saat sonra da Resul göründü. Her zamanki gülüşü ile sıcak bir merhaba diyerek arka taraftaki oturma bölümüne geçti. Masanın üzerindeki sigaralar ilk gözüne çarpan şeydi.
-Oooo beyim ne çabuk keşfettin Mersin’i, bu sigaraları her adam bulamaz, nereden aldın dedi.
Anlattım.
-Ne kadar verdin dedi.
-Hiçbir şey almadı, yarım saat resmen boğuştum 1 kuruş dahi veremedim dedim.
O koca adam, rengi atmış bir şekilde sarsıldı ve divanın üzerine çuval gibi oturdu.
Şaşırmıştım. Ne olduğunu, Resul’ün neden bu hale geldiğini, Resul’e ne olduğunu olasılık halinde beyin fırtınalarıma yerleştirirken; ondan ilk tepki geldi.
-Otur anlatayım dedi.
“…… Hüseyin, Mersin’in bilinen en zengin insanlarından birinin tek oğluydu, ancak babası inanılmaz cimri birisiydi ve Hüseyin’i sürekli aşağılardı. Meslek sahibi olsun diye oto egzoz tamircisinin yanına verdi. Hüseyin babası vefat edene kadar bu mesleği yaptı. Profesyonel oldu ve kendi iş yerini açtı. Babası ölünce kendisine kalan o muhteşem mirası kısa süre içerisinde yedi, bitirdi ve yardıma muhtaç hale geldi. O saatten sonra bize sığındı ve buna her yıl dükkân açtık. Hüseyin, 8 ay çalışır sonra dükkânı devreder kaçıp İstanbul’a gider. Cebindekileri pavyon, gazino falan tüketir 5 parasız kalınca bir karakola sığınır, polisin yardımı ile otobüse binip Mersin’e geri döner. Bu döngü en az 10 yıldır böyle. Ancak bu süre içerisinde babasına benzedi ve Mersin’in en cimri adamı oldu. Bu kadar yıldır kimseye çöpünü dahi vermedi. O gördüğün nişanlısının babası gümüş tepside çikolata ile gelsin dediği için nişanı attı, kızdan, evlenmekten vaz geçti ….”
Hikâyeyi dinledikten sonra kendi kendime sorular sormaya başladım;
Hikayesi böyle olan bir insan bana bu sigaraları niye almıştı? Neden parasını almamış hediye etmişti? Öyle ya nişanı attığı harcamadan daha büyük bir harcamayı hiç çekinmeden yapmıştı?
Sohbet sırasında bu soruları karşılıklı sorduk ve ikimizde yanıt bulamadık.
Fuarın kapanışından sonra İzmir’e döndüm.
İşletme/ Pazarlama mezunu birisi olarak Üniversitede psikoloji, sosyoloji gibi dersler almıştık ve ben bu dersleri özel olarak sevmiştim. Mesleğimde başarılı olmanın yollarından birisinin iletişim olduğunu çok iyi biliyordum. O yüzden bu konularda yazılmış kitapları okumaya özel bir isteğim vardı ve sürekli alıp okuyordum.
Yıllar sonra, yine kitapçıdayım. İlgili bölümde kitapları inceliyorum. Bir kitap dikkatimi çok çekti ve kasaya gidip ödemesini yaptım.
Eve geldim. Kapağını çevirip sindire sindire okumaya başladım.
Yazarın bu hikâyeyi ben uydurdum diye anlattığı bir hikayesi Mersin de yanıt bulamadığım sorularıma açıklık getirecek kadar güzel ve netti. Bu hikâyeyi özet olarak yazacağım. Yazarı: Doğan Cüceloğlu
“………..Anadolu’da bir köyün ağası, sadece 1 değil onlarca köyü, binlerce büyükbaş hayvanı, on binlerce küçükbaş hayvanı ve çokça çalışanı olan bir ağa; adı ZENGO.
Diğer köylerin, köylülerin korkularından saygı duyduğu bir adam.
Çirkinliği dillere destan, korkunç denecek kadar kötü bir surata, yüz hatlarına sahip.
Ağamız bir gün yalnızlığım ve can sıkıntım bitsin diye evlenmeye karar verir. Başka bir köyün ağasına elçi gönderip kızını ister. Kız dünya güzeli. Babası büyük başlık parası alır. Birkaç köy ve hayvanlardan oluşan ganimet nedeni ile kızına kendi köyünde düğün töreni yapıp, telli duvaklı atına bindirir ve Zengo’nun adamlarına teslim eder. Zengo evde heyecanla karısını beklemektedir. Kızı yatak odasına alır. Başı önde, yüzü kapalı kıza beşibirlik altın ve diğer hediyeleri takmak için duvağını kaldırır. Elinin dokunduğu saçları ve yüzünün yumuşaklığı, teninin kokusu o anda muazzam duygular yaşamasına, hissetmesine sebep olur. Kolyeyi takar, nazikçe elini çenesine götürüp yüzünü kaldırır.
Kız ise gördüğü korkunç çirkin yüz manzarası karşısında şoka girer ve bayılır.
Bu durum Zengo da beklenmedik bir travma, çok şiddetli öfke yaratır ve kız ile başlayan korkunç cinayetine babasının köyünde de devam eder.
Çok fazla sayıda parça parça edilmiş insan ve dağlara kaçmış Zengo’nun hikayesi kısa sürede gazetelerde yayınlanır. Bütün Jandarma birlikleri dağları kuşatmış Zengo’yu aramaktadır. Aylar süren aramadan sonra Zengo sağ olarak yakalanır, ancak aylarca süren arama çalışmalarında her gün yeni bir hikayesi yazılmış ve tüm ülkede merak edilen adam olmuştur. Artık Zengo dışında bir şey konuşamaz hale gelmiş bir toplum vardır karşımızda.
Hâkim karşısına ilk çıktığında doğrudan idam cezası ile yargılanmaya başlar. Avukatı yoktur ve duruşmalarda da hiç konuşmamaktadır. Bu durum Avukatlardan birisinin dikkatini çeker ve ceza evine ziyarete giderek Zengo ile konuşmayı planlar. Kabul ederse Zengoyu savunacaktır.
Gider, konuşmayı başarır ve avukatı olmak için ısrar eder, Zengo kabul etmez. Ama avukatta çok inatçıdır, her gün gider, ziyaret eder konuşur. Nihayet avukatı olmayı başarır.
Duruşmalarda Zengo’yu yürekten savunur. Zengo sürekli olarak onu dinler. Kurtulamayacağını bildiği halde hiçbir şey talep etmeden kendisini savunan bu adamı seyretmek ona keyif vermiştir. Kararın İdam olarak verildiği ve mahkemenin bittiği o son duruşmada avukatının ağladığını görür. Cezanın infaz gününe kadar ziyaretine gelen bu güzel adamı, avukatını teselli etmeye çalışır.
Ve bir sabah saat 5 de cezanın infazı için Zengo’yu alırlar, avukatı da gelmiştir. Bir kez daha ağladığını görür. Savcı son isteğini sorar, bir kâğıt, 1 kalem ve zarf istiyorum der. Verirler, alır hücrede bir şeyler yazar ve katlayıp, zarfa koyar. Savcıya vasiyetimdir, ben ölünce açın okuyun der.
Mektup avukatın huzurunda açılır ve savcı okumaya başlar. Uzun ve duygulu bir girişten sonra son bölümde şunları yazmıştır:
BANA YAŞAMIM BOYUNCA İNSAN OLARAK DAVRANAN, İNSAN OLDUĞUMU HATIRLATAN, FİZİKSEL DURUMUMU HİÇBİR ZAMAN HİSSETTİRMEYEN, GERÇEKTEN DOST OLAN VE BENİ her seferinde GÜLDÜREN BİR TEK İNSAN TANIDIM O DA AVUKATIM.
SAHİP OLDUĞUM NE VARSA KÖYLERİMİ, ÇİFTLİKLERİMİ, BÜYÜKBAŞ ve KÜÇÜKBAŞ HAYVANLARIMI, ALTINLARIMI HEPSİNİ KENDİSİNE MİRAS OLARAK BIRAKIYORUM….
Resul ile bulamadığımız sorunun yanıtı Zengo’nun hikayesindeydi ve değerli insan
Doğan Cüceloğlu, benim bulamadığım yanıtı bana yazmıştı sanki.
Hüseyin de normal bir insan gibi kabul görmemiş, ötelenmiş, hor görülmüş, dışlanmıştı. Önce babasının eziyetlerine, sonra zengin olunca etrafında kendisini sömürenlere ve her şeyi tüketince de değer vermeyenlerin eline kalmıştı. Hiçbir durum insan olarak işine yaramamıştı, insan olarak kabul görmesini sağlamamıştı.
2 saatlik sohbet içerisinde hissettiği insanca tavırlar bile bile ona yeterli gelmişti, etkilemişti.
Hüseyin’in gerçek hikayesini bilmeden, sevdiğim bir insanın değerli arkadaşı olarak kabul edip, karşılık beklemeden, menfaat gözetmeden uzattığım el, tatlı ve hararetli sohbetin yarattığı bu anlar benim için oldukça değerli bir tecrübeydi.
İnsana insanca davranın, son çağrılara, insanlık için sıraya girmenize gerek kalmayacak.
Düşmanlık asla bitmeyecek ama dostluğun daha güzel olduğunu da asla unutmayın.
17 Şubat 2021 yılında kaleme aldığım bu yazıyı yeniden kontrol edip düzenlemelerini yaparak yayınlıyorum.
Comments